KREM

Birbirinden habersiz iç içe geçmiş hayatlar, bir ‘krem’le tamamen değişiyor!

Toplumsal rollerin tanımı, bir temsil objesi olan ‘krem’ çevresinde hem gerçekçi, hem de akıştan beklenmeyecek gerçeküstü bir üslupla işleniyor.

Krem şaşırtıcı kurgusu ve sinematografik anlatımıyla, okurları kendi hayatlarında gerçekleştirecekleri bir dönüşüme davet ediyor.

 

Notum için tıklayın.

-İrem.

İş ilanını internette, karamel rengi saç boyası satın almak üzereyken bir reklam kutucuğunda görmüştü. İlanın diğer reklam kutucuklarından ayrışan özelliği herhangi bir görsel kullanılmaması, sadece yazıdan ibaret olmasıydı: “Dünyaca ünlü bir kozmetik markasının test grubu için kadın adaylar aranıyor.” Açılan sayfayı daha iyi inceleyebilmek için oturduğu sandalyeyi bilgisayar masasına biraz daha yaklaştırıp ekrana doğru eğilmişti. Saat gecenin tam üçüydü ve ekrandaki metin şöyleydi;

Dünyaca ünlü bir kozmetik markası için;

Piyasaya sürülecek yaşlanma karşıtı yepyeni bir kremi deneme ve değerlendirme sürecine katılacak 35-45 yaşları arasında, bayanlar aranıyor. Ücret tatmin edicidir.

Metni tekrar tekrar okumuştu. Tekrar okumalar sürerkenmetnin zihninde her seferinde bir öncekinden farklı bir anlam uyandırdığını ancak metnin sonuna her gelişinde o anlamın da yarıda bıraktığını fark etmişti. Yazının sonundan başına her geçişinde yarım kalan ifade bütünlenmişti. Her tekrarda, kelimelerin sakladığı bir gizemi, bir sırrı görmeye başlamıştı. Metnin, ancak bu şekilde okunduğunda, apaçık görünmeyen ilahi bir alt metni su yüzüne çıkardığı fikrine kapılmıştı. Bu biçimsel olarak tekrarlanan ama içerik olarak her defasında zenginleşen okuma sürerken hiç beklenmedik duygulara kapılmış, varlığını yeniden anlamlandıracak bir harita da belli belirsiz bir düzenle zihnine çizilmeye başlamıştı. Krem sanki tahayyül edemediği bir kurtarıcının ipuçlarını sallandırıyordu üzerine.

Kelimeler yer değiştirmeye başlayıp harfler biçimini kaybettiğinde, bu okuma işinin çığırından çıktığını anlamıştı. Kendini ilanın tuhaf sarmalından çıkarıp mutfağa atmış, tıpkı şu an yaptığı gibi mutfağın camından görünen damlara bakarken “Fazla kahve… Çok fazla kahve” diye söylenmişti. Nihayet bilgisayarın başına geri döndüğünde, ilan halihazırda kendisini bekliyordu.

Kadın ilk ritüeline başlamak için orta parmağını diğer parmaklarından bir balerin gibi zarifçe ayırıp kavanoza yaklaştırdı. “Fındık büyüklüğünde” diye geçirdi aklından. Parmağını kremin hangi tarafına daldıracağını bilemedi. Kavanozun kenarları ile ortadaki minik kıvrım arasında kaldı. Neticede parmağını kıvrıma hafifçe daldırarak bir miktar krem aldı. Kremşanti benzeri görünüm bozuldu. Parmağındaki miktarın fındık kadar olup olmadığından emin olamadı ama çok da önemsemedi. Kremi çok yumuşak vuruşlarla sırasıyla; sağ kaz ayağı bölgesine, sol kaz ayağı bölgesine, alnının sağına ve soluna, sağ “Marionette” çizgisine, sol “Marionette” çizgisine, sağ çene hattına, sol çene hattına ve kalanı da adem elmasına sürdü. Kavanozun kapağını kapayıp kutusuna koydu. İki elini de kullanarak yüzündeki ufak krem öbeklerini yüzüne yedirmeye başladı. Kaz ayağı bölgesi için göz altlarından şakaklarına doğru dairesel masajlar yaptı. Alnındaki iki krem zerresini saç diplerine doğru yedirdi. Dudaklarının iki yanındaki kremi yanaklarına doğru yayarken yeni yeni belirginleşmeye başlayan “Marionette” çizgilerini ve burnundan ağzına doğru uzanan nazolabiyal oluklarını aynı anda gerginleştirdi ancak parmaklarını her kaldırdığında tüm çizgiler ve oluklar yeniden belirginleşti. Çene hatlarını da kulaklarına doğru çekerek kısa bir masaj uyguladı. Adem elmasında kalan kremi ise, belirginleşmeye başlayan boyun çizgilerini açarak iyice yaydı. Bu bölgelerin, çizgilerin isimlerini bilmiyordu. Hiçbir zaman da akıl edipöğrenmeye kalkmayacaktı… İlk krem ritüeli sona ermişti. Yatak odasına geçerken sabahlığının kuşağını çözdü.

…Ritüeli bitirip banyodan çıktı. Kedi banyonun kapısında bekliyordu.

“Sen de mi uyandın, gel bakalım.”

Mama kabını doldurupkahvesini hazırladı. Salona geçerken yüzünden havaya karışan krem kokusunu derince içine çekti.

Karşı kaldırımdaki reklam panosu bozulmuş olacaktı ki, ışıkları huzursuz bir ritimle yanıp sönüyordu. Ofis ışıklarıysa genelin aksine tamamen kapalıydı. Sadece karşı ofis değil, binanın genelindeki tüm ofisler karanlıktı. Açık birkaç bilgisayar ve yazıcı ışığı dışında herhangi bir ışık kaynağı yoktu.

Berjere yerleşipyanı başındaki abajurun düğmesini çevirdi. Kahve her zamanhazırladığından daha sıcak ve sulu olmuştu. Fincanı yere bırakıpiçerisine ilave etmek üzere bir fincan kahve daha demlemek için mutfağa geçti. Suyu tekrar kaynatmadan önce, kahve presini hazırladı. Salon camının önüne geri geldiğinde karşısındaki manzara karşısında dondu kaldı.

Biri, tüm o karanlığın içinde, elinde bir fener ile patronun odasında geziniyordu. Kahve presini yere, fincanın yanına bırakıp berjerin üzerinden abanarak ışığı söndürdü. Doğrulmaya çalışırken kahve presini de, fincanı da devirdi. Ayağındaki kalın çoraplar yere dökülen sıcak kahveyi anında emdi. Ayakları yandı ama ses çıkaramadı, berjerin yanına çöktü. Şahit olmakta olduğu durumun verdiği heyecan, acısını bastırıyordu. Adam çalışma masasının çekmecelerini sırayla açıyor, içerisinden avuçladığı evrakları ne olduklarına bakmaksızın elinde tuttuğu sırt çantasına atıyordu. Kesinlikle acele etmiyor, aksine bir süpermarketin manav reyonundan elma alırcasına serinkanlı bir şekilde hareket ediyordu.

Adamın kendisini görmesi muhtemelen imkânsızdı. Sahi, neredeyse her gün arkasında oturduğu bu cam, onu ne kadar gizleyebiliyordu? Sabahları kahve içerken gözetlediği ofis katlarından kendi camına bakıldığında orada bir kadının olduğu ne denli seçilebiliyordu? Bunu daha önce hiç mi hiç düşünmemişti. Çöktüğü yerden emekleyerek hemen yanda duran sık yapraklı salon bitkisinin arkasına saklandı. Adam çalışma masasındaki işini bitirmiş kütüphaneye geçmişti. İlgisini çeken bir şey bulamamış olacak ki, elini havada gezdiriyor ancak kitaplardan hiçbirini çekip almıyordu.

“Biblo!”

…Saat hızla ilerliyordu. Herkes şikâyet etmeye başlamıştı. Kimi sırt ağrısından, kimi bilgisayarın yavaşlığından, kimi günlerdir eve uğrayamadığından, kimiyse her kampanyada aynı sıkıntıların yaşanmasından yakınıyordu. Sarışın kadının bakışlarıyla dalga geçme faslı sona ermiş, %2 meselesiyle ilgili de yapılacak bütün espriler yapılmıştı. Artık ajansa katıksız bir gerginlik hakimdi. Bu gerginliği bilgisayarı üçüncü kez kitlenen grafikerin haykırışı dağıttı.

“YEMİN EDERİM KREMİ GÖTÜME SOKUCAM ŞİMDİ! ARTIK YETER!!!”

O gece ajansta bulunan herkes; krem ekibi, finans departmanından birkaç kişi ve kapıdaki güvenlik görevlileri hep bir ağızdan kahkahayı bastı. Özellikle, yorgunluktan sinirleri bozulan yaratıcı ekip, arkadaşlarının bu haklı isyanına uzun dakikalar boyunca güldü.

Formülü, -muhtemelen- çelik konstrüksiyonuyla ünlü Avrupa şehrindeki bir laboratuvarda geliştiren kimyagerin aklına, kremin yenme ihtimali gelmediği gibi, anüsten içeri itilmek isteneceği de gelmemişti. Oysa, tam da işi bitirmek üzereyken bilgisayarının kitlenmesi karşısında böyle bir tepki veren genç grafiker; fındık büyüklüğünde bir miktar kremi parmağına alıprektumundan kalın bağırsağına doğru itseydi, krem bağırsak duvarınca rahatlıkla emilir, böylelikle de vücudu kremin içerisindeki su, mineral ve kısa zincirli yağ asitlerinden doyasıya faydalanabilirdi.

“Noluyo burada?”

“Biz de anlamadık, arkadaşımız kremi götüne sokacakmış.”

“İsabet olur. Hadi hızlanın.”

“Don’t touch thegirl, loser!”*

Oyun kolunu koltuğa bırakıp arkasına yaslandı. Hâlâkısa ve kuru kuru öksürüyor, boğazındaki karıncalanmayı bir türlü geçiremiyordu. Sarışın kadın ve kadının satıcısı uzaklaşmaya başlamıştı. İnceden bir siren sesi giderek yaklaşıyordu. Orayı bir an evvel terk etmezse olacakları çok iyi biliyordu. Polisler gelip üstünü arayacak, cebindeki sahte kimlikten ötürü gözaltına alınacaktı. Karakola ulaşmadan polis aracından kaçamazsa zenci kadının hanesine tecavüzden arandığı ortaya çıkacak ve karakteri suç işlemekten caydırılmak üzere hapsi boylayacaktı. Böylelikle adalet yerini bulacaktı.

Adaletin yeri tam olarak neresiydi? Kalp mi, beyin mi, mide mi? Adalet, işlenecek bir sonraki suça kadar en çok hangisinde zaman geçirirdi? Toplum düzeni bozulduğunda bundan en çok hangi organ etkilenirdi? Kalp mi kırılırdı? Zihin mi paniklerdi? Mide mi ağrırdı? Adaletin sağladığı tatmin mide asidini azaltmaya yeter miydi? Adaletin en çok yerine getirildiği adres mahkeme salonları mıydı yoksa televizyon kanalları mı? Vicdan bir insan olsa nasıl bir yasa kaleme alırdı? Ve kimilerine göre daha da önemlisi, bu yasayı daktiloda mı yazardı yoksa son model dizüstü bir bilgisayarda mı? Belki de yorgun bir elle…

*Kıza dokunma ezik!

– Araç fren yaptı. Şuraya bak herkes dağıldı.

– Bir şey oluyor!

– Kapı açılacak, sakin ol!

– Herhalde gidiyorum…

(İçeriye büyük bir koli fırlatılır.)

-Aaaaah!

(Kapı kapanır.)

– İyi misin?

– Hayır, bu sefer iyi değilim! Bu şey üzerime düştü.

– Canın acıyor mu?

– Hayır, ama… Ama daha fazla konuşamayacağım, başım dönüyor.

– Yırtılmışsın sen!

– Evet… Sanırım… İçimdeki de kırıldı.

– Yanına gelmeye çalışacağım.

– Hayır gelme, senin içindekiler de kırılır!

– Bekle!

– İçindeki pahalı bir şey. Kırılırsa haftalarca oradan oraya sürüklenirsin.

– Bekle. Geliyorum.

(Sert fren sesi)

-Aaaaah!

…annesi böyle tembihlemişti.

“Hiçbir şeyi anlamak zorunda değilsin. Hiçbir şeyi.”

Anlamıyordu. Kitaplardaki harfleri, rakamları, yıldız imlerini. Geometrik şekilleri, renkleri, hayvanları, meyveleri ve sebzeleri. Kırmızı bir elmayı ısırırken aklında bir domates varsa, elma da domates oluyordu ağzında. Ya da yedi rakamının ateş saçan turuncusuyla üçün koyu maviliğinin nedenlerini anlayamıyordu mesela. Bir üçgenden yayılan kokuyla, morun daireselliğini… İçinden çıkamıyordu. Ancak bir konuyu yeryüzündeki herkesten daha iyi anlıyordu: günleri. Günler, sonsuz bir döngünün sürdüğü bir tekerlek gibi değildi zihninde. Bir daktilonun şaryosu gibi, satır sonuna gelindiğinde, yeniden yaşanabilmesi için her seferinde sola itilen sıralı kutucuklar halindeydiler.

Annesiyle birlikte on beş, yirmi sene önce bu binanın apartmanın görevlisi olarak işe başlayıp girişin alt katındaki daireye taşındıklarından beri her hafta, pazar günü yani tatil günüyle başlıyordu. Bir sonraki pazara kadar çalışıyor ve yine tatil oluyordu. Çöpleri pazar hariç her gün topluyordu. Pazartesi günleri ise çöp toplamak dışında bir işi yoktu. İki haftada bir salı günleri tüm katların merdivenlerini siliyor, çarşamba günleri elektrik düğmeleri ve trabzanlarıntozunu alıyor, perşembe günleri yine sadece çöpleri topluyor, iki haftada bir cuma günleri apartman kapısının camlarını parlatıyor, yine iki haftada bir cumartesi sabahları çok erken saatlerde asansörü temizliyordu. Pazar günleri yürüyüşe çıkıyor, market alışverişi yapıyor, parklarda zaman geçiriyordu. Günleri anlıyordu çünkü nedenlerini biliyordu. Mesela pazar gününün nedeni tatil, cumartesi gününün nedeni asansör temizliğiydi. Nedenini bilmediği hiçbir gün yoktu. Günler onu onaylıyordu.