Russell’ın Nobel konuşması: “Hangi arzular daha önemli?”

Unknown

Russell’ın Nobel konuşması: “Hangi arzular daha önemli?”

Hayran olduğum zihinlerin başında gelen Russell’den uzunca bir alıntı:

Orijinal metin burada.

…Siyaseten önemli arzular, birincil ve ikincil olmak üzere, iki gruba ayrılabilir. Birincil grupta yemek, barınma, giyinme gibi hayatın temel ihtiyaçları bulunur. Bunlardan herhangi birinde kıtlık baş gösterirse, insanın yapabileceklerinin ya da başvurabileceği şiddetin sınırı yoktur. Tarih öğrencileri der ki Arabistan çok göç almaya başlayınca, ülke aşırı nüfuslanmış ve insanlar siyasi, kültürel ve dini yapılanmalarıyla beraber dört defa çevre bölgelere taşmış. Bunlardan sonuncusunda İslam yükselişe geçmiştir. Germenlerin Güney Rusya’dan İngiltere’ye oradan da San Fransico’ya yayılışı da benzer motivasyona dayanmaktadır. Şüphesiz ki buradaki temel arzu yiyecekti ve bu arzu, en büyük siyasi olaylardan birine neden oldu.

Ama insan diğer hayvanlardan çok önemli bir noktada ayrılır: Bu da onun bazı arzularının sonsuzluğudur, bu arzuların asla tatmin edilememesidir. Bu türden arzular, cennette bile ona huzur vermeyecektir. Boa yılanı yeterli yemeği olduğunda uykuya gider ve tekrar yemek yemeye ihtiyaç duyana kadar uyanmaz. İnsanoğlu ise çoğu zaman böyle değildir. Bir zamanlar tutumlu yaşamaya alışmış olan Araplar, Doğu Roma İmparatorluğu’nun zenginliklerine ulaşınca, direnemeyip kendilerine inanılmaz derecede lüks saraylar yaptılar. Yunan köleler onlara yiyecek temin ettiği için açlık artık mevzu bahis değildi. Buna rağmen durmamalarının ise dört sebebi vardı: Açgözlülük, hırs, kibir ve güç aşkı.

Açgözlülük – yani olabildiğince çok mala ya da ünvana sahip olma isteği – bana göre, korkudan ve gereksinimlerden filizlenir. Bir keresinde kıtlıktan ve dolayısıyla ölümden kaçan iki küçük Estonyalı kızla tanışmıştım. Benim ailemle birlikte yaşadılar ve elbette birçok yiyecekleri oldu. Ama bütün eğlenceleri komşu çiftliklerden patates çalıp onları biriktirmekti. Çocukluğunu sefalet içinde geçiren Rockefeller da yetişkinliğini benzer şekilde geçirmiştir. Aynı şekilde Arap emirleri de ipek Bizans divanlarını gördükten sonra bile çölleri unutmayı başaramayınca fiziksel ihtiyaçlarının çok ötesinde zenginlik biriktirmişlerdir. Açgözlülüğün psikoanalitik açıklaması ne olursa olsun, kimse bunun en kuvvetli itici güçlerden biri olduğunu inkar edemez. Ne kadar elde ederseniz edin her zaman daha fazlasını isteyeceksiniz ve tatmin olmak sizin için ulaşılmaz bir hayal olarak kalacak.

Kapitalist sistemin temelini oluştursa bile, açlık yarışından galip çıkmamızı sağlayan güdü, açgözlülük değildir. Hırs ona nazaran çok daha güçlüdür. Yine İslam tarihine dönersek, hanedanlar, sultanın farklı anneden olma oğlan çocukları anlaşamayınca evrensel bir yıkımla sonuçlanan iç savaşlara maruz kaldılar. Benzer şeyler modern Avrupa’da da yaşanıyor. Tüm mantıksızlığına rağmen, İngiliz Hükümeti, Kaiser’ın Spithead’de, donanma talimlerinde bulunmasına izin verince, ortaya çıkan sonuç, kesinlikle istenilen değildi. Düşündüğü şey, “Büyükanneninki kadar iyi bir donanmaya sahip olmalıyım” idi. Ve bu düşünce, art arda belalar doğurdu. Eğer açgözlülük hırstan daha güçlü olsaydı dünya daha mutlu bir yer olurdru. Ama gerçekte, birçok insan, gülen yüzleriyle, düşmanlarının yıkımını garantilemeye çalışıyor. Günümüzde vergileri bu kadar yükselten de bu çabadır.

“Bana bak” cümlesi, temel arzulardan biridir

Kibir, yüksek potansiyel taşıyan bir güdüdür. Çocuklarla ilgilenen herkes bilir ki onlar durmadan soytarılık yapıp, “Bana bak” derler. Bu “Bana bak”lar insan kalbinin en temel arzularından birini yansıtır. Bu arzu karşımıza, saçmalıktan ebedi şöhret arayışına uzanan pek çok şekilde çıkabilir.

Rönenans döneminde varlık göstermiş bir İtalyan Prensliği’nde, ölüm döşeğinde yatan bir rahibe “Hiç pişmanlığın var mı” diye sorarlar. “Evet” der, “Bir şey var. Bir keresinde İmparatoru ve Papa’yı aynı anda ziyaret etme şansım olmuştu. Onları kulemin tepesindeki manzarayı göstermek için yukarı çıkardım ve bana ebedi ün getirecek bir fırsatı teptim, ikisini de aşağı itmeliydim.” Tarih, rahibin günah çıkartıp çıkartmadığını bilmiyor. Kibirin en büyük sorunu, beslendiği şeyle beraber büyümesidir. Hakkınızda konuşulduğu sürece, hakkınızda daha fazla konuşulmasını isteyeceksiniz. Mahkemeye çıkan tutuklu bir katilin medyaya göz atmasına izin verirseniz, davasına yeterince yer ayırmayan gazeteye öfkelendiğini görürsünüz. Diğer gazetelere bakıp da hakkındaki haberleri gördükçe, davasına yüzeysel yer veren gazeteye öfkesi büyüyecektir. Politikacılar ve edebiyat insanları da farklı değildir. Ün arttıkça, haberlerden tatmin olma düzeyi de o kadar düşecektir. Kibirin hayatının farklı dönemlerinde insanın üzerinde bıraktığı etkiyi abartmak pek mümkün değildir. Bu etki, üç çocuklu bir ailede büyüyen birini, dünyayı titreten birine dönüştürebilir. İnsanoğlu sürekli dua ettiği Tanrı’ya bile benzer bir kibir yakıştırma, acımasızlığına düşmüştür.

Bu güdülerin etkisi ne kadar büyük olursa olsun bir tanesi var ki diğer hepsine ağır basar. Güç aşkından bahsediyorum. Güç aşkı, kibire yakındır ama aynı şey değildir. Kibirin tatmin edilebilmesi için zaferle taçlandırılması gerekir ve güçten yoksunken de zafer kazanılabilir. ABD’de en büyük zaferi tadanlar film yıldızlarıdır ve onları bu pozisyona şimdiye dek hiçbir zafer kazanamayan Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi de getirebilir. İngiltere’de, kralın başbakandan daha çok zaferi vardır ama başbakan kraldan daha güçlüdür. Birçok insan zaferi güce tercih eder fakat büyük resme bakınca, gücü tercih edenlerin tarihin akışına daha fazla yön verdiğini görürürüz. Blücher 1814’de Napoleon’un saraylarını görünce “Bütün bunlara sahip olan birinin Moskova’nın peşinde koşması salaklık değil mi” der. Kibirden arınmış biri olduğunu asla söyleyemeyeceğimiz Napoleon, seçim yapması gerektiğinde yine de gücü seçti. Blücher’e bu seçim aptalca gözüktü. Halbuki güç aynen gösteriş gibi doyumsuzdur. Tanrı’nın sonsuz gücü hariç hiçbir şey onu tamamen tatmin edemez. Enerjik bir insanın zaafları, doyumsuzluk oranı hesaplanırken, denklemin dışında kalır. Halbuki bu zaaf, güç aşkına zemin oluşturmuştu. Öte yandan zaaflar önemli adamların hayatındaki en güçlü itici unsurdur.